17 Ağustos 1999’da İstanbul, Ataköy’deydim

17 Ağustos 1999’da İstanbul, Ataköy’deydim

Image: Pexels/@Burak The Weekender. CCO

17 Ağustos 1999’da İstanbul, Ataköy’deydim. 03:01’de uyanıktım. Önce salondaki kız kardeşime seslendim, o da uyanıktı. Sonra ‘koma’ halindeki annemin yanına gittim “ne yapabiliriz” diye bir yıkılma halinde. Aynı hızla, uyuyan erkek kardeşimi uyandırdım. O, olayın ciddiyetini anlamadan uyandı…

O süreçte bir çözüm bulmak imkansızdı. Yatan bir hastamız olduğu için, biz dışarı çıkmadık ama komşulardan çıkanlar oldu. Takip eden günlerde de, televizyonlarda “artçı sarsıntı bu gece geliyor, gelecek dışarıda sabahlayın” denilen hiç bir gün ve geceyi biz dışarıda geçirmedik, sabahlamadık. Annemi o şekilde korunmasız bırakamazdık çünkü. “Anca beraber, kanca beraber” yaptık. Bu bakış açısını anlayamayan insanlarla da aile olamadık tabii sonra.

Annem, 1998 Aralık ayından beri komadaydı. Kendi odasını yoğum bakım ünitesi haline getirmiştik. Profesyonel bir hastane yatağı almıştık; komanın süresi, ne kadar uzun süre yatacağı bilinmediği için. Oldukça ağır bir yataktı, o yatakla ancak ambulans ile bir yerden bir yere taşınabilirdi. Yani, hastayı istediğimiz an evden dışarı çıkarmak diye bir alternatifimiz yoktu.

Annem, normalde 24 saat özel hemşire bakımındaydı. O gece hemşiresi Ukraynalı Tanya, izinliydi, ertesi sabah 8’de gelmesi gerekiyordu. Tanya, iki kız arkadaşıyla birlikte Fatih‘te oturuyordu ve ertesi gün de kaostan dolayı gelemeyecekti. 1975 doğumlu olan Tanya, aynı zamanda 26 Nisan 1986’da gerçekleşen Çernobil felaketi‘ni de yaşamıştı.

Yaşamayan bilemez, o 45 saniye, uzun saatler gibiydi yaşarken.

Kız kardeşim biraz panik olmuştu. Ben hem onu yatıştırmaya çalışıyor, hem beynimin tüm hücreleriyle mantıklı düşünmeye çalışıyordum, “ne yapabiliriz” diye. 5 katlı L bir blokta, 2. kattaydık, ona rağmen sarsıntı çok korkunçtu. Ben “geçecek, geçecek” diyordum panik yaratmamak, sakinleştirmek için, ama beynim son sürat çalışıyordu, “yıkılırsa nerden çıkarız” diye. Bütün bilinciniz açık, beyniniz top noktada çalışıyor ve bir çözüm, çare yok! Bu son derece korkunç bir his.

OKU:  Önce Bir Medeniyet Yaratacaksın, Sonra O Medeniyet Barbarlar Tarafından Tehdit Altında Olacak...

Televizyonlar depremin hemen ardından 10-15 dakika daha yayınlarına devam ettiler, ama sonra hepsi kesildi. Sonraki saatlerde, radyo yayınlarına ulaştık. Telefonlar aşırı yoğunluktan çalışmıyordu, 3 Turkcell hatlı cep telefonu, 2 normal hatlı telefon vardı evde, çekirdek ailemiz yanımızdaydı neyseki. Yine de, aynı semtteki teyzeme, dayıma ulaşamamıştık. Anadolu yakasındaki diğer dayımları ne zaman aradık hatırlamıyorum, ama önce yakındakileri aramıştık. Internet vardı ama internet yayıncılığı şimdiki kadar gelişmiş değildi, belki şimdi de o kadar değil (gece haber merkezlerinde birileri duruyor mu şimdi emin değilim) , o zaman sosyal medya diye bir kavram yoktu.

Haftalar sonra 12 Kasım‘da 18:57‘de Düzce‘de de bir deprem oldu. 7.2 büyüklüğünde. O sarsıntıda ise, bir kız arkadaşımla, Yeşilköy‘de Polat Renaissance Otel‘de çay saati yapıyorduk, kafa dağıtmak için. Ama bir şey olursa kolay çıkarız diye de lobi’de kapıyı görecek yerdeydik. Bu da İstanbul’da hissettiğimiz çok ciddi bir sarsıntıydı.

Üzerinden 23 sene geçti, depreme karşı kullanılmak üzere geçici denilerek “özel tüketim vergisi” getirildi. Yeryüzünde örneği görülmemiş anormal bir vergilendirmeye tabi olduk. Yaşam kalitemiz bir de böyle düştü. O deprem vergileri de başka yerlere harcandı.

23 senede değişen bir şey olmadı, aynı tas, aynı hamam.

İstanbul, hepsinin üzerine tuz biber, bir de milyonlarca sığınmacı sorunu ile karşılaştı.

Doğayla mücadele etmek kolay değil ama bunu belli ölçülerde başaran ülkeler var. Bu ülkelerde uygulanan kanunlar var, kurallar var, organizasyon var, toplanan vergileri çözüm için harcamak var. Biz ise hala birileri yurt dışındaki banka hesaplarını doldursun diye, milyonlarca İstanbullu şans faktörüne terk edilmiş durumdayız.

Nil Taşkın