İstanbul İçin Son Çağrı
Beren Saat ve Kıvanç Tatlıtuğ’un baş rollerinde olduğu, çekimleri New York City’de yapılan İstanbul İçin Son Çağrı (Last Call For Istanbul) filmini dün gece izledim… Romantik komedinin iyisi, sanıldığının aksine zordur. Uzun senelerdir izlemeye değer, klasikleşmeye aday bir romantik komedi çekildiğini görmedim. Tamam, ben eskisi gibi film izlemiyorum, ama geçen senelerde kafa dağıtmam gereken bir dönem rahat uyumak için romantik komedi, komedi, romantik film (rahat izlenecek, yormayacak hafif konu bağlamında) aramış, izlemeye değer hiçbir şey bulamamıştım…
Şu sıra hiç vaktim olmamasına rağmen, önceki sene bu film çekilirken “izlerim” dedim, diye tıklamış bulundum yatmadan önce ve kısa oluşu nedeniyle de izledim bitti. Bu da bütün klişeleriyle, hatta iyi kotarılmamış klişeleriyle ortalama bir romantik komedi.
Biz de zaten Aşk-ı Memnu efsanesi çiftini izlemek için izleyenleriz.
“Chinatown’da ‘Bir şeyler yiyelim’ dedikten sonra Central Park’a gidilmez, New York’ta gece sokakta fahişe olmaz, Chinatown’a gidilirken o yoldan geçilmez” gibi şeyler söylemeyeceğim… Şehrin bilindik dokusundan bir şeyler göstermek istemişler ki anlaşılır… Fahişe konusu da, hikayede öyle bir atraksiyon gerekmiş demek ki… Senaristin tercihidir, ama gerçeklikten çok uzak, orası ayrı.
Kıvanç’ın barmenle yaptığı kısa konuşmadaki Türkçe aksan farkları (water, bottle) gerçekçiydi.
Kısa kısa…
– “Yıllar sonra bir araya gelirken daha iyi bir senaryo ile bir araya gelselerdi keşke” — yani, bu gelmiş, onlar da buna evet demiş… İyi senaryo gökten yağmıyor.
– Her iki oyuncu da olgunluk dönemlerinin başlangıcında artık, onu gördük.
– Mastürbasyon sahnesi ekleme fikri, When Harry Met Sally…‘den apartılmış, ama olmamış.
– Sevişme sahneleri kötü, tutku yok, olmayınca seyirciye de geçmiyor. Aşk-ı Memnu’da haftalarca, 21 hafta tırmandırılmış bir heyecanın bir öpüşme ile son bulması nerede, evli bir çiftin 40. dakikada sevişmesi nerede? Aynı etkiyi vermesi imkansız.
– Film iki kişi arasında gelişip bitiyor, karakter gelişimi ve bağlantıları yok.
– New York City basit bir turistik arka plan olarak yer alıyor, şehrin dokusuna ilişkin herhangi bir algı oluşturmaya yetecek bir şey yok filmde.
– İki karakterin biri New York City‘de yaşamak isterken, diğerinin İstanbul‘da yaşamak istemesi, Türkiye’deki güncel bir kültürel fenomene değindiği için Y ve Z kuşağının ilgisini çekebilir bu açıdan film.
– Bu bir romantik komedi olduğu için, çift Türk olmasına rağmen hiçbir vize sorunu olmadan rahatça uçtular gördüğünüz gibi. Oysa kimse size aksesuar tasarlıyorsunuz diye vize falan vermez kolayca. Green Card olayına hiç girmiyorum bile, Hintli ve Uzak Asyalı bilgisayar mühendislerinin teknoloji şirketlerindeki kotalardan yararlanmak için birbirlerini yedikleri düşünülürse. Taraflardan biri vize alamasa da bu ilişki bitebilirdi. Buradaki konuya bakmayın, gerçek hayattan örneklersek. Siz kendi aranızda tartışırken gerçekçi noktadan bakmayı ihmal etmeyin kısaca bu konuya da.
– Club çekimlerini bir Türk işletmesi olan Drom‘da yapmışlar.
– Film Kenan Doğulu‘nun müziğiyle bitiyor. Hiç rahatsız etmedi. Kenan’ın da yapımdan faydalanması istenmiş, ki normal.
İyi olmayan romantik komedilerin çoğunda olduğu gibi filmde pek mantık da yok. Çiftin ekonomik sorunu yok, delikanlı istediği an başlangıç seviyesindeki müzik çalışmalarını bırakıp, beyaz yaka bir iş bulabiliyor ve bir evi geçindirebiliyor… Kız aksesuar tasarlayarak ev geçindirebiliyor… Bu iki insan o işlerden para kazanarak o evi yaratmış…
Aksesuar tasarlayarak NYC’den iş teklifi alabiliyor ve hatta aksesuar tasarlayarak NYC’de yaşayabileceğini sanıyor. Gerçekçilikten uzak bunlar.
Kendi dükkanını açsan bile, bir dönem devam etse, bir sonraki sene iş yapacağının garantisi olmaz o işte, ortaya saçacak büyük bir sermayen yoksa. Zengin ailesi ya da zengin kocası olan hanımların işi bunlar. Aslında seni geçindirmeyen, geçinmek için bir işe ihtiyacın olmayan ama etrafa “Ben de çalışıyorum” demek için sosyal aktivite kabilinden yapılan – istisnalar kaideyi bozmaz.
Evlilik zaten bıkma, sıkılma, sevginin, aşkın bitmesi, ya da karşındakinde bittiğini gördüğün için ayrılmak isteme… Aslında bunlar bittiği için, tartışmaya bahaneler yaratma, olmayacak saçma şeylerden gerginlikler, tartışmalar çıkarma… “Başkalarıyla daha mutlu olurduk belki” diye düşünmeler, özgürlüğünün kısıtlandığını düşünmeler… Kendi bireysel yaptıklarından mutsuz olunduğu için bunu karşıya yansıtmalardan ibaret çoğu zaman, en azından 20’lı 30’lu yaşlarda yapılan ilk evlilikler için konuşursak. Boşanan çiftlerin en az yarısı böyle düşünüyor olmalı ki, evliliklerin yüzde 50’si boşanma ile sonuçlanıyor. Tek tarafın hayattan ve ilişkiden ne istediğini bilmesi yetmiyor, veya taraflar bu istekleri karşılayamayabiliyor, güçleri yetmeyebiliyor. Bunlar da filmin gerçekçi kısımları.
Türkiye’de son 10 senede gelişen “Yurt dışında yaşamak dünyanın en süper şeyidir, Kıvanç da yurt dışı yerine İstanbul’u tercih ettiği için hödüğün tekidir” bakış açısı kendileri yaşayıp deneyimlemeden değişmeyeceği için, arzu eden herkesin deneyimlemesini dilerim.
Mutluluğun kaynağı ve formülünde, aslolan nerede yaşadığınız değil, kiminle yaşadığınızdır, kimin yanınızda olduğudur. Hayat filminin sonunda kayda değer olanın bu olduğunu görmeniz gayet kolaydır (aslında belki bu bile değil, tamamen kendimizle ilgili) ama çok arzu edilip yaşanamamış bazı şeyler sanki daha önemliymiş gibi gelebilir insana.
Herkes kendinde olmayanı arar bir parça. “Öyle olsa, böyle olsa daha mı mutlu olurdum” diye. Oysa birkaç hafta önce kaybettiğimiz Matthew Perry mesela, çok önemsenen “Şan, şöhret, ün aradığım mutluluğu getirmemişti, içimdeki boşluğu doldurmamıştı, cevap meğer bu da değilmiş” diye bas bas bağırıyordu anlamasını bilene. Cevap ‘yaşadığınız yer’ de değil çünkü.
Film, Aşk-ı Memnu severlerin, sevdikleri bir çifti izlemekten mutlu olacakları, New York City atmosferinde geçen, yer yer uzun diyaloglarına rağmen rahat izlenen bir romantik komedi.
Kolay tüketilecek ve akılda kalıcılığı olmayacak bir film diye de ekleyelim.
Nil Taşkın