Bölünerek Kaybetmek ve Hayal Kırıklıkları
Bu yazıyı 29 Mart 2014’de yine bir seçim yaklaşırken yazmıştım…
Çok fotoğraf var ama bu hazırdaki resme yazayım. Fotoğrafın üstünde çekildiği günün tarihi var: 27 Mart 1994. California’da öğrenciyim, Spring Break (Bahar Tatili) zamanı geziyoruz arkadaşlarla. Bir gün önce Anaheim‘da, Disneyland‘deydik. O iki gün boyunca da Los Angeles, Hollywood‘da Universal Studios‘da gezeceğiz. Stüdyolardan içeri girdik, etrafa şöyle bir bakındık, hangi stüdyo’ya önce gireceğiz falan karar vermeye çalışıyoruz.
O gün benim aklımın bir köşesinde doğup büyüdüğüm şehir İstanbul. Tansu Çiller Başbakan, Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı. 1995‘de Türkiye’de ilk yaygın cep telefonu kullanımı başlayacak ama henüz bundan habersiziz, cep telefonu sadece bizde değil, dünyada kimsede yok (80’lerde babamın araç telefonu vardı, o ayrı konu). 1996‘da internetimiz de olacak, ama o günlerde internet nedir konusunda da pek bir fikrimiz yok. Bir kaç sohbet geçiyor aramızda internet üzerine ama, ben olayı pek anlayamıyorum, belki anlatanların beceriksizliği, tarifler daha çok bir laptop tarifi gibi. Ne cep telefonu ne internet dünyada da, Türkiye’de de halkın kullanımına sunulmuş durumda değil henüz. 1998’de Türkiye’nin ilk ve en büyük internet servis ve içerik sağlayıcısı şirketinde çalışacağımı da bilmiyorum tabii. İlk cep telefonumu 1995’te aldım (Ericsson/Turkcell), Ocak 1997’de evimizde internet vardı (Superonline) ve 1998’de bir internet şirketinde çalışıyordum (DOL/Ekolay.net). İleri bir tarihten bakınca her şey ne kadar hızlı gelişmiş.
Her neyse, stüdyolarda bir kaç noktada ankesörlü telefonlar var bahçede. Turgut Özal, sanırım başbakan iken “AloVatan” diye bir servis çıkarmış, AloVatan diye tuşluyorsun telefondan, Türkiye santraline bağlanıyorsun. İstediğin telefon numarasını veriyorsun santraldeki görevli kızlara, ödemeli bağlıyorlar seni. Ben haftada birkaç kez ailemi arıyorum, ama Türkiye santralindeki kızlar pek bir nazlı, California‘dan arayan öğrencilerin telefonlarını bağlamak istemiyorlar gibi hissettiriyolar bize. Parasını kendimizin ödediği görüşmeleri yapmakta zorlanıyorum. “Telefonunuz kabul edilmedi” falan diyor kız, o derece gıcık bize. Kabul edilmeme ihtimali yok, birbirine bağlı bir aileyiz ve ben hep evi ya da ofisi arıyoum, tam tersine aramazsam ailem merak eder. Ama bu benim telefonlarımı bağlama olayını savsaklamayı o kadar uzatıyor ki kızlar, en son durumu kavrayıp, her arayışımda başka bir isim vermeye başlıyorum. Adım Çiğdem, şu numarayı bağlar mısınız diyorum mesela, annem anlıyor kabul ediyor görüşmeyi tabii, çektiğimiz çileye bak…
İşte bu ahval ve şerait altında dahi, ben o gün İstanbul’da yapılan Yerel Secim Sonuçlarını merak ediyorum. Stüdyolar arasında gezmeye başlamadan önce, yukardaki fotoğrafı çektirdikten biraz sonra, bahçedeki bir ankesörlü telefondan AloVatan hattından Türkiye santraline bağlanıyorum yine… ama bu kez hiç ailemi bağlatmıyorum, doğrudan santraldeki kıza soruyorum. “Seçim sonuçları n’oldu acaba, bilginiz var mı?” diyorum. Saat farkı dolayısıyla, İstanbul’da gece saatleri…
Öyle ya Zülfü Livaneli aday SHP‘den, bayağı ümitliyiz, ümitliyim. Gerçi gelen haberlerden seçim döneminin çok çirkin geçtiği, Zülfü’nün üzerine olmadık yalan, dolan, iftira atıldığını falan duyuyoruz. Kıza soruyorum tekrar, “seçim sonuçları, kim kazandı İstanbul’u?” Kız diyor “RP kazandı, RTE belediye başkanı oldu”… İnanamıyorum, Zülfü’nün kaç aldığını falan da soruyorum ama… tam bir film sahnesi gibi; etrafın olanca gürültüsüne rağmen ben uğultulu bir sessizliğin içindeyim sanki. Kıza bir şey demiyorum, teşekkür edip kapatıyorum. İstanbul’u kaybettiğimizin haberini o gün, öylece alıyorum. O gün bugün İstanbul tam bizim değil gibi, eksik, yarım bir duygu, çehresi değiştirilmiş, çirkinleştirilmiş bir şehir artık.
Ahizeyi yerine koyup, arkadaşlarımın neşeli kahkaları arasında kendimi Los Angeles‘ın ılıman havasına, stüdyoların neşeli karmaşasına bırakıyorum sonra…
Yine bir yerel seçim zamanı, yarın bu saatler sonuçları alacağız. Artık eskisi gibi Türkiye için hayallerim yok, ülkenin gerçeklerini kabul ettim, daha bir yıl öncesine kadar Orta Doğu’lu olmadığımızın kavgasını veriyorduysam da onu da kabul ettim, bir nevi kabul etmek zorunda bırakıldım.
Ama benim ait olduğum değerler ve kültür bunlarla uyuşmuyor, Türkiye sadece eski ve sevdiğim tanıdık bir dost gibi…
29 Mart 2014
* * *
Evet 2019’da, 25 yıl sonra nihayet İstanbul’u yeniden aldık, şimdi biraz daha iyi hissediyoruz kuşkusuz. 25 yıl İstanbul gibi bir şehri muhafazakarlara yönettirdiniz, affetmiyorum İstanbullu seni.
21 yıl Türkiye’yi de tek bir dünya görüşünün ve partinin yönetmesi çok uzun bir zaman dilimi. Hiç bir aklı başında toplumun yapmayacağı bir şey bu. Hadi dönem dönem 4 yıl, 8 yıl değişik bir şeyler denenebilir de, 21 yıl bir ömür. Ve hala bunca yaşanan olumsuzluğa rağmen, 1994’de yaşadığımız o sol’un parçalanmışlığını yaşatıyor bize iki muhalefet partisi maalesef (94 yerel seçimlerinde sol partiler, 3 ayrı adayla girmişti seçime). Geçtiğimiz seçimlerin hepsinde hatalarımızdan ders almadığımızı gördük, ama bu seferki daha çok ülkenin geleceğindense şahsi menfaatlerini düşünmek gibi…
14 Mayıs 2023 Türkiye Genel Seçimleri sonucu ne olur?
Bunu gerçekten tahmin edemiyorum, ve artık ne ilk gençlik zamanlarının hayalciliği, ne 10 yıl öncenin karamsarlığı var. Bu yaşta daha çok, olgun bir kabulleniş hakim hem aklıma hem ruhuma…
Nil Taşkın
Okuldaki Türk öğrencilerin demografisine ilişkin de bir kaç şey söyleyeyim:
Fotoğraftakiler soldan sağa, Kazu (Japon), Gözde (Adanalı), Nil (İstanbul), Ali (İstanbul), Aydın (İstanbul), Engin (İzmit), Onur (İstanbul). Fotoğrafta olmayan bir kaç Türk arkadaş daha vardı okulda. Hüseyin vardı Istanbullu, Ergin İzmirliydi, Ömer Kayseriliydi, Özlem Ankaralıydı, İstanbul’ndan iki kız daha vardı biri Esra, diğerinin adını unuttum. Hatta Esra Ataköy’de bize yakın oturuyordu İstanbul’da. Biz ailelerimizin parasıyla okuyan çocuklardık ve hepimiz özel sektörde iş sahibi ailelerin çocuklarıydık, bir tek Ankaralı Özlem, yüksek rütbeli asker kızıydı. Dönüşte de ya aile şirketlerinde ya özel sektörde çalıştık.
Bir de devlet bursuyla okuyan mütedeyyin görünümlü birkaç Türk çocuk vardı okulda. Onlar da muhtemelen dönüşte devlet dairlerinde ya da üniversitelerde kariyer yapmışlardır. Bizim İstanbul Üniversitesi de hep bu mütedeyyinleri kayırdığı için, torpilli olduklarını düşünüyordum ben tabii. Bizim dönemler başlayan bu gelenek sonrasında da değişmedi malum.